29 Ocak 2012 Pazar

TOL-MURAT UYURKULAK

''Ben bu topraklara yeni yasalar yayacağım, buharlaşmış şarapları geri getireceğim, kızıl bir yağmur olarak...''
Murat Uyurkulak'ı tanımıyordum ne yalan söyleyeyim şimdi okuduğum blogların bir kçaında rastladım ve ben ilk kitabı olan Tol büyük ilgi uyandırdı ve alıp denemeye karar verdim...İyi ki de denemişim...Neden mi??

Şimdi ilk başlarda benim çok sevdiğim yazarlardan biri olan Hakan Günday'a benzetsem de kesinlikle aynı değiller bu bir gerçek.Karşınızda öyle bir yazar var ki size kitabını kanlı,canlı sunuyor resmen yani karakterlerle bütünleşmenizi sağlıyor.Murat Bey'in karakterleri yaşıyor resmen diğer karakterler gibi yapay değiller sizin benim gibi yiyorlar,içiyorlar,uyuyorlar,sevişiyorlar ne biliyim yaşıyorlar yani..

Kitabın ilk başları gayet güzel gidiyordu fakat sonradan karakterler fazlalaşıp konu derinleşmeye başlayınca ortalara doğru biraz kafanız karışabilir onun için sakin bir zamanda okumanızı tavsiye ederim hatta bir iki sefer okumakta fayda var şahsen ben işlerin en yoğun olduğu dönemde Tol'u okuduğum için biraz pişmanım çünkü tam sindiremedim kitabı en müsait olduğum anda tekrar okuyup iyicene sindirip Murat Bey'in ikinci kitabı olan HAR'ı okumayı düşünüyorum...Tol Bir İntikam Romanı diye geçmekte aslında bence hem intikam hem devrim kitabı...

Kitabımız Yusuf ile Şair'in tren ile Diyarbakır yolculuğu sırasında geçmekte.Tren ilerliyor Yusuf Şair'in kendisine verdiği yeşil kaplı defteri okudukça hayatını bulmaya,kendine bir anlam kazandırmaya çalışıyor.Onlar tren ile Diyarbakır'a doğru ilerlerken ülkenin dört bir yanında darbe hareketleri gerçekleşiyor.Geçmişin intikamı alınıyor herkesden okuyucunun tahmin edemeyeceği son sayfa da ''hadi canım!'' diyeceği bir kişi tarafından..Neyse daha fazla yorumlamak istemiyorum aklımdakileri sizlere yanlış aktarırım diye endişeleniyorum onun için bir kaç alıntı yapıp bırakmak niyetindeyim..Okumalı mısınız?? Kesinlikle üstelik bir defa ile yetinmeyin derim ben...

ALTI ÇİZİLENLER:

''O kadar dev,yılmaz,yıkılmaz bir O'ydu ki o,bir zamanlar,sanırım,bana ben kadar yakındı.''


''Tanrım,söyle bana,ben daha ne yapabilirim?Herkesin darbelerle buzdan delilere döndüğü bir zamanda ayapa kalkmadım mı?Benim de kanı çekilmiş bir devrime adadığım kanatlarım,uzun,serin nefeslerim olmadı mı?Sesimi,paramparça bir devrimi devralan kardeşlerimin sesine katmadım mı? Batı'dan Doğu'ya her biri aşkla titreyen kelebekler uçurmadım mı? Beni bağışlasana,beni bağışlasana,beni bağışlasana...''

''Çözüldün ve utancından ölecek haldesin. Adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun. Birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsun. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık Kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii."
"Kısa peygamberlik hayatım sona erdi, insanlar anlamadıktan sonra bir peygamber neye yarar?"

25 Ocak 2012 Çarşamba

PİÇ-HAKAN GÜNDAY

Bir Hakan GÜNDAY eseri ile karşınızdayım canlarım kitabımı bu sabah ofiste bitirdim ve kimse gelmeden hemen yazmak sizlerle paylaşmak istedim...

Sevgili Hakan Bey yine yapmış yapacağını anlayacağınız ben çok beğendim Piç'i.Şimdi az da olsa size konusundan bahsedeyim.Dört kafadar arkadaş Hakan,Barbaros,Cenk ve Afgan dördü de piç,dördü de bulundukları düzenden şikayetç

i.Aslında dördü de varlıklı ailelerden gelen çocuklar ve ailelerinin kendileri için yaptığı,yapmak istediği herşeyi rededen insanlar.Bu dört kafadar çocukluklarından beri birlikte büyümüşler ve hiç ayrılmamışlar içinde bulundukları düzenden de birlikte şikayetçi olup,ailelerini birlikte terk edip bir piçe dönüşmüşler...

Aslında hikayeleri gerçekten insanın içini acıtıyor günümüzde de olan gerçekleri bir kez daha bütün çıplaklığı ile insanın yüzüne vuruyor Hakan Bey bunu kendi uslübu ile çok iyi yapıyor her zaman ki gibi.Kitabın sonun da ise bir barakada herşey son buluyor.Hakan diğer piç arkadaşlarını bırakıp kendi yoluna gidiyor...

O ahşap kulübede ki sabahın üzerinden 177 gece sonra Afgan açlık ve susuzluktan ölüyor..104 gece sonra Cenk adam öldürmeden yakalanıp cezaevine götürülüyor...86 gece sonra babası tarafından Barbaros yurt dışında bir psikiyatri kliniğine yatırlıyor..Ve kulübede ki sabahtan 3 saat sonra Hakan ailesini arayıp kendisini affetmelerini istiyor ve belki de yaşadığı piç hayatında yaptığı en doğru davranışı yapıp kendi ailesinden yardım istiyor ve hayatı kurtuluyor...

Anlıyacağınız ben Piç'i çok beğendim sizinde okumanızı isterim..

ALTI ÇİZİLENLER

''İnsanlık,kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır.Ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekasının katili ve kurbanı olan insan,inithar etmeyi utanç verici bulmuştur.Ölümsüzlüğün,hayatta kalmaktan geçtiğini öğrendiği için varlığında yamanamaz delikler açarak kendine tecavüz etmeyi öğrenmiştir.Böylece insanlığın unutamayacağı ve tanık olabileceği en korkunç gösteri başlamıştır.Kendisini hamile bırakan insan kendisini doğurmuş ve bir tecavüz bebeği olaral atasının bıraktığı yerden ihaneti devralmıştır..''

''Hayat tek hoparlörü çalışan bir müzik seti gibi.Müziğin sadece bir bölümünü duyuyoruz.Diğer hoperlörden ne çıktığınıysa kimse bilmiyor.Hayat her anlamda monoton..''

''Kendimi beyaz kadranlı,Romen rakamlı bir duvar saatindeki saniye çubuğu gibi hissediyorum.Sadece dönüyorum.Zamanın kendisiyim.Geçiyorum..''

YETERSİZ SEDA!

Bazı zamanlar olur ki kendimi çok yetersiz hissederim yetersiz ve vasıfsız.Özellikle işim de bu çok başıma gelir ben ne kadar çok çabalasam da,birşeyleri yapabilmek için,daha çabuk öğrenebilmek için kendimi harcasamda yine de böyle hissederim ve işin kötüsü de sanki gerçekten böyle bir durumun olduğunu etrafımdan da hissetmemdir(belki de bu fazla hasas olmamın, iş konusunda çok titizleniyor oluşum yada sabırsız olmamdan kaynaklanıyor olabilir)

Şuan çalıştığım iş yerimi ve arkadaşlarımı gerçekten çok seviyorum (keten kumaş üreticisiyiz biz üstelik en tanınan firmalardan da birisiyiz) ama maalesef yapmış olduğum işten pek memnun değilim hem yönetici asistanlığı hem de müşteri temsilciliği yapıyorum biliyorum ikisini bir arada söyleyince ağıza dolu dolu geliyor ama aslında hiç de öyle değil..Ben bu işte geri planda olmayı kumaşın üretimine bir katkımın olmasını istiyorum onu müşterilere pazarlamak istemiyorum kaldı ki benim yüzüm zaten çok yumuşaktır zor ikna ederim karşı tarafı hele ki bu tekstil sektöründe olunca benim için daha da zor oluyor çünkü bu sektörde çalışanlarınız bilirler karşı tarafı ikna etmek,beğendirmek,kabul ettirmek zordur.Konfeksiyon üreticileri değil ev teksilcileri olsa belki işiniz bir nebze de olsa kolaylaşır çünkü onlar olanla yetinmek zorundadır tamam belki sizi zıvanadan çıkartabilirler ama neticede size gebe oldukları için sunduğunuz ürünü almak zorundadırlar çünkü ihityaçları vardır ve kaliteli ürün almak isterler.Yani anlayacağınız ben müşterilerle uğraşmayı sevmiyorum çünkü insanları birşeylere ikna etmekten hoşlanmıyorum.

Bundan bir sene önce ayrılmış idim ben şuan çalıştığım şirketen ben normalde ithalat-ihracat mezunuyum ve ille de kendi işim diye tuturduğum için ve kendimi değersiz hissettiğim için bir süre eğitimini aldığım alanda çalıştım ama bana göre olmadığını anlayınca ayrıldım ve bir süre işsiz aldım bu süre zarfında şirketimden çağırdılar bir çok kez ama ben başlamadım.Son bir kez daha çağırıldım ve bu sefer bir arkadaşımın yerine o gittikten sonra geçebileceğim söylendi benim de istediğim yer bu bölümdü aslında çünkü kendimi daha işe yarar ve üretken hissedeceğim bir yer onun için başladım çok da memnunum tekrar eski şirketime kavuştuğum için.

Dün ise çok yakın olduğum arkadaşım depoya imalat müdürmüz'ün yanına geçeceiğini öğrendik ve şaşırdık aslında arkadaşımın da geçmeyi en son istediği yerdi orası çünkü kendisinden epeyce şikayetçi birde onunla burun buruna olmak istemiyordu nitekim firma sahibimiz en son sözü söyledi ''yoğunluk azalana kadar orada bulun'' bundan sonra bizim de artık yapacak birşeyimiz kalmadı takdir edersiniz.Şimdi diyeceksiniz ki sıkıntın ne?Sıkıntım şu ki keşke beni isteselerdi keşke ben geçebiliseydim ama maalesef olmadı...Bugün arkadaşım depoya taşınacak iki taraflı çalışacak yani aslında değişen birşey olmayacak sadece bir masası da orada olacak.Benim demek istediğim aynı işi ben de yürütebiliyorum fakat tercih edilmiyorum neden? Nedenini çözemedim,bilmiyorum tek beklentim yazın arkadaşımın kendi mesleğini yapmak üzere ayrılırsa eğer benim onun yerine geçmekte.Şimdi buda onun yerinde gözüm var gitmesini çok istiyorum şeklinde algılanabilir ama böyle değil çünkü zaten bir şekilde ikimiz de aynı işi yapıyoruz burada sadece arkadaşım üniversiteyi burayla birlikte yürüttüğü için bu kadar çok emek harcamışken karşılığını alsın istiyorum o kadar kaldı ki oda aynısını istiyor ve artık bu işi yapmak istemiyor..

Neyse çok uzattım sanırım neticede anlatmak istediklerim gayet açık bence işin mutfağında olmak istiyorum sadece o kadar kendimi yetersiz hissetmek istemiyorum,faydalı hissetmek ve bir şeylerde katkım olsun istiyorum o kadar.Belki bu şekilde de vardır ama ben o şekilde daha çok olacağını hissediyorum...

21 Ocak 2012 Cumartesi

SINIRIN GÜNEYİNDE GÜNEŞİN BATISINDA-HARUKİ MURAKAMİ

Murakami ile geç tanışmış olmamanın verdiği ezikliği yaşıyorum şuan da desem yeridir canlarım zira birazdan neden bahsettiğimi anlayacaksınız zaten..:)

Aslında kitap ilk başlarda biraz beni sıkmıştı fakat sade anlatımı sayesinde kolay ilerledi ve kitap sıkıcılığından kurtuldu ve gayet güzel bir hal almaya başladı..Ne kadar kahramanımız Hacime'ye sinir olsam da:) erkeklerin doyumsuz olduklarını bir kez daha anlamamı sağladı:))

Yap et,yemediğin halt kalmasın sonra 'Seni Seviyorum Yukiko ayrılmak istemiyorum' de olsun bitsin karşında ki kadın da seni affetsin hey yaleppim olacak şey mi şimdi neyse sinirlendim bak:)

Yani demem o ki canlarım Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında gayet güzel

ve okunmaya değer bir Murakami kitabı özellikle kışın bu soğuk günlerinde bir fincan kahve ile iyi gider deneyin derim:))

....

Nedendir bilemem ama bugün kendimi nedense daha bir yanlız,daha bir yorgun,daha bir hassas,daha bir güçsüz,daha bir sessiz hissediyorum.Hiçbir şey yapmak ,kimse ile muhattap olmak istemiyorum bugün,konuşmak bile gelmiyor içimden..Ama başka bir yandan da birisi beni önemsesin,çok sıkmadan üzerime düşsün,ilgilensin istiyorum...Amaaan ne biliyim öyle işte sanırım ne dediğimi,ne istediğimi kendimde bilmiyorum ya neyse...


19 Ocak 2012 Perşembe

ZARGANA-HAKAN GÜNDAY

Biliyorum arkadaşlar Zargana elimde haddinden fazla uzun süre kaldı ama inanın beğenmediğim için değil sadece Ankara'dan misafirlerimiz geldiği ve dikkatimin dağınık olduğu bir hafta geçirdiğim için böyle oldu yoksa biliyorsunuz affetmez hemencecik bitiriverirdim ama ne yapalım oldu bi kere neyse ki bitridim Zargana'yı isterseniz birazda izlenimlerimden bahsedeyim size..

Zargana henüz on iki yaşında iken dört kişinin tezavüzüne uğrar ve bu olaylardan sonra kendisini diğer insanlardan ayırır ve gittikçe hiçliğe yaklaşır.Ne kadar hiçlike yakınlaştıysa Zargana özünü bulur ve aşık olur...Kendi hayatını onarmak için bir hayat oyunu sahnelemeye koyulur başka başka hayatları çalarak ve olaylar bu şekilde gelişir...Yalandan,ihanetden,tecavüzden başka birşeyin olmadığı hayattan intikam almanın tek yolunun yaşamaktan geçtiğini bize türlü türlü oyunlarla gösteriyor Zargana...

Hakan Günday'ı çok severim bu kitabını da gerçekten çok çok sevdim öyle bir uslüp ile anlatmış ki yine yazarımız okumaktan ve düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz ve bir de o cümlelerin altlarını çizmekten tabii..Kinyas ve Kayra ile başlayan Hakan Günday hayranlığıma,Malafa'yı ekledim,sonra Az geldi şimdi ise Zargana hangisi mi benim için bir numara tabii ki hala AZ..Ama Zargana'yı okumayanınız varsa ya da hala Hakan Günday ile tanışmayanlarınız varsa daha fazla beklemeyin derim...

 ALTI ÇİZİLENLER:

''Bugüne kadar yapmadığım şeyleri yapıyorum.Konuşmadığım biçimde konuşuyor,giymediğim şeyleri giyiyorum.Tek bir kelimemi duymak için birbirini susturan insanların karşısında uzun konuşmalar yapıyorum.Yaptığım her hareketi taklit etmeye çalışan,ben sesimi yükseltince gözlerini kısan ,benimle konuşurken kekeleyen,kelimeleri yanlış telaffuz eden insanlar görüyorum.Her ne kadar o insanlara acısamda bundan büyük bir zevk alıyorum.(Sayfa:132) ''

''Bir girdabın içinde usulca dolaşmak çıkış yolunu bulmanın en kolay yöntemidir.Sakin ve sabırlı olmak gerekir.İtiraz ve isyanı gülünç bulan girdaplar sadece kanı soğuk olanlara açarlar çıkış kapılarını.Zamanın olmadığı yerde geç kalmak yoktur.On altı yaşındakilerin önlerindeki hayatsa sonsuzdur...(Sayfa:159)''


''Hayatta sadece seni tanıyormuşum gibi geliyor.Sadece Rio'yu.Bazen başka hiçbir şey bilmediğimi düşünüyorum.Aşık olduğum insandan başka hiçbir şey bilmediğimi düşünüyorum bazen.Bu duygudan da korkuyorum.Hem de çok.''(Sayfa:175)



15 Ocak 2012 Pazar

LÜTFEN ANNEME İYİ BAK-KYUNG-SOOK SHİN

Ay nasıl desem ne etsem de size anlatsam ben bu kitabı bilemem ki...Hele kitabın son bitiş cümlesi yok mu??... Anneliğin ne demek olduğunu,nasıl özveri istediğini,nasıl kutsal olduğunu bir kez daha yüzümüze vuruyor aslında bu kitap.Şuan öyle karmakarışık duygular içindeyim ki anlatamama anneciğimin yanımda ve sağlıklı olmasından dolayı duydugum mutlulugu bılemezsiniz bu kitabı okurken hep aklımda ''ya anneme bir şey olursa'' düşüncesini atamadım bir türlü ve bol bol hem kendi annem hem de başkalarının anneleri için dua ettim.Allah'ım onları korusun ve başımızdan eksik etmesin...

 Kitabımız ailesi için herşeyini feda etmiş,çocuklarına kendisini adamış,onlar için gece demeden gündüz demeden,kar demeden soğuk demeden durmadan çalışıp çabalayan taşralı bir anneyi ve onun ailesi arasında ki kopukluğu anlatıyor.Aile birbirinden o kadar kopuk ki aslında annelerinin okuma yazma bilmediğini bile o kaybolduktan sonra anlıyorlar,anneleri ile birlikte yapmak istedikleri doğru düzgün bir hayalleri yok bir düşünceleri bile yok akıllarında.Çocukken anneleri onlara ne kadar özverili davrandıysa onlarda büyüdükçe annelerinden ve yaşadıkları yerden uzaklaşmışlar.Anne ve babalarının birgün Seoul'e onları ziyarete gelirlerken trene binerken babalarının dikkatsizliği ve sürekli karısını geride bırakıp yürümesi yüzünden kadıncağız trene binemiyor ve bir yol bir  iz bilemeden ortadan kayboluyor sırra kadem basıyor.İşte ailenin hem kendileri hem de birbirleri ile hesaplaşmaları,pişmanlıkları,üzüntüleri debu şekilde başlıyor..Ne yaptılarsa annelerini bulamıyorlar bir türlü ve hayatları da artık eskisi gibi değil üstelik nasıl olsun ki onlar için bu hayatta herşeyini feda etmiş olan kadını kaybetmişler bir kere üstelik ölü de değil o bir kayıp!

Kayıplar bana göre her zaman daha korkutucudur çünkü öldü mü? Hayatta mı? Kimler ile   birlikte?Acababirgün çıkıp gelecek mi?Diye kendinizi bu sorularla yer durursunuz ölmüş olması bir yerde daha iyidir çünkü en azından akibetinin ne olduğunu bilirsiniz ziyaret edebileceğiniz bir yeri vardır en azından ama ya kayıplar,kayıplar öyle mi?....Anlıyacağınız bu kitap beni öyle çok etkiledi ki istemeden yapmış olduğum hatalarımı artık yapmayacağım çünkü  yarın veya şuan ne olacağımız belli değil o yüzden anneme yada babama karşı ''keşke yapmasaydım'' diyeceğim herhangi  bir hata daha yapmak istemiyorum..Bence okumalısınız eminim ki benim hissettiklerimi sizlerde hissedeceksiniz...

 '' İnsan ancak başına bir şey geldikten sonra,özellikle de kötü birşey geldikten sonra geriye dönüp ne yaptığını düşünür.İşte öyle  anlarda,keşke öyle yapmasaydım diyebilir.''

 ''Bir anne ile kızı ya birbirini çok iyi tanır ya da birbirine yabancıdır..''

14 Ocak 2012 Cumartesi

EJDERHA DÖVMELİ KIZ-DAVİD FİNCHER

Nihayet sabırsızlıkla beklediğimiz film olan Ejderha Dövmeli Kız'ımıza yani Lisbeth Salander'mıza kavuştuk canlarım biliyorum serinin filmlerini İsveç yapımı olarak izledik (yani ben izledim en azından) ve ilk film olan Ejderha Dövmeli Kız'ı gerçekten gerçekten çok beğenmiş resmen film bitince ağzım beş karış açık çıkmış sonrasında da anlata anlata bitirememiştim.Çünkü kafamda ki bütün karakterlerilk filmde öyle yerli yerlerine oturmuşlardı ki izlemek bana ayrı bir keyif vermişti.Sonrasında serinin diğer kitaplarını okurken hep gözümün önüne oyuncular gelmişti kı okuması böylece daha zevkli bir hal almıştı gerçekten.Biliyorsunuz serinin İsveç versiyonun da Lısbeth Salander'ı Noomi Rapace canlandırmış hepimizin gönlüne taht kurmuştu herşeyiyle.Mikeal'i ise Michael Nyqvis canlandırmış o da bence çok başarılı idi  ilk filmin yönetmeni ise Niels Arden Oplev idi ben kendisini çok başarılı bulmuştum ve diğer iki filmden de adım gibi emindim çok guzel olacağına ama yönetmen değişkliğini hesaba katmadığım için hayal kırıklıgına ugramıştım.Fakat serinin diğer iki filmini de Ateşle Oynayan Kız ve Arı Kovanına Çomak Sokan Kız'ı Daniel Alfredson çekmiş idi ve ben bu iki filme debüyük beklentiler ile gitmiş maalesef hayala kırıklıgı ile çıkmıştım salondan çünkü yönetmen bana göre atlanmaması gereken yerlere filmde hiç yer vermemişti o yüzden bana çok eksik geldi filmler ve çok üzülmüştüm açıkçası yazara haksızlık yapıldığını düşünmüştüm.Of bak gene çenem düştü napıyım çok seviyorum Lısbeth'ı neyse en iyisi bugüne geleyim ben..

Bugün de havanın berbat olması beni kararımdan bezdırmedı ve arkadaşımla buluşmak üzere işden çıktığımda yağmur çok yağıyordu ve bi kot elbise ve opak beyaz çoraplarım ve süs çizmelerim ile dondum minibüs beklerken ve aynı zamanda süs çizmelerim su çekti ayaklarım vıcık vıcık su oldu donması da cabası bu arada şirkette çorabım kaçtı minibüs gelmedi falan filan bi sürü olumsuzluk oldu yanı ama ben yılmadım Lısbeth vardı işin ucunda baktım olacak gibi değil atladım bir taksiye öyle gittim.Bakırköye'e geldiğimde arkadaşım henüz gelmemişti ben de Capacity'e gireyım deçorap alayım dedim aman yareppim adımımı attım koskoca alışveriş merkezinde elektirkler gitmesin mi?! haydaa dedim neyse allahtan jenaratörler devreye girdide kurtulduk karanlıktan hemen üst kata çıktım indirimde olan benim bayıldığım Calzedonia dan çorap ile tayt aldım kendime hemencecik koştum tuvalete yeni ve kuru çoraplarıma kavuştum ohh rahatladım:) Arkadaşımı aradım hala tren beklediğini söyledi meğer her yerde elektirkler gitmiş ve tren o yüzden gelmiyormuş  biraz daha bekliyim olmazsa bir yolunu bulurum dedı eh peki dedim dolaşmaya başladım tek başıma o mağazasa senin bu mağaza benim gezdim durdum amaaaann ne farkedeyim ben mağazalara girip çıktıkça çiuv çiuv diye ötüyorum en sonunda bi mağazada yolumu kestiler amaninnnn bi korktum ki sormayın neyse baktılar ettıler yok bişey kız anlattı eger varsa burda halledelım sorun yasamayın dedı valla ıyı olur dedım ama baktılar bişey yok bende çıktım töbe dedim bi daha girmem mağazaya en iyisi gideyim de dedim Starbucks'dan kendime whıte chocolate mocha alayım keyfım yerıne gelsın gittim aldım kahvemı baktım saat gelmıs cıktım sınema salonuna biletimi  internetten aldıgım ıcın hemencecık makıneden çıkardım içeri girdim kitabımı çıkardım kahvemı ıcerken saatımı bekledım belkı dedım bızım kız gelır ama yok gelmedı ordakılere dedım böyle böyle tamam dedıler alırız ıcerı oh ıcım rahatladı neyse gırdım fılme heyecandan kalbım atıyor ama deli gibi:)

Bilindiği üzere yönetmen koltuğunda David Fincher vardı ve beklentiler büyüktü.Oyuncular deseniz zaten iyi Mikeal'i Daniel Craig Lısbeth Salander'ı Rooney Mara canlandırıyor iksini de yakından tanıyoruz şüphemiz yok oyunculuklarından onun için şüphem yoktu kötü  bir oyunculuk izlemeyeceğimi biliyordum ayrıca filmde hem Amerikan hemde İsveçli oyuncular vardı ve İsveçli oyuncuların tellaffuzlarında ki farklılık hemen dikkat çekiyordu. Hepimizin bildiği gibi film Henrik'e doğum gününde farklı ülkelerden gelen kurutulumuş ve çerçevelenmiş çiçeklere bir yenisinin eklenmesi ile başlıyor arkasından Mıkeal'in duruşması gösteriliyor ve olaylar zinciri başlıyor..Fakat bu filmde olması gerekn gibi Mikeal duruşmasından ceza almıyor sadece bütün mal varlığını kaybediyor ve mesleki olarak itibarı sarsılıyor açıkcası ona neden deyinilmemiş anlayamadım.Daha sonra Lısbeth'ın metroda saldırıya uğrayış şeklide farklı lanse edilmiş bu filmde yani olması gereken aslında Lisbeth'ın zarar görmesi iken bu filmde Lısbeth kendisine saldıranı perişan etti resmen:) Onun harıcınde vasisin değişmesi ve pislik Nıls Bjurman ise maşaallahh bu filmde de pislik rolünde pek bi başarılı idi tecavüz sahneleri eksiksiz çekilmiş yanlız Lisbeth'ın intikam alırken Bjurman'ın göğsüne dövme ile yazdığı yazı eksik idi gözümden kaçmadı normalde''Ben pislik bir sadist bir tecavüzcü domuzum'' olması gerekirken bu filmde ''ben tecavüzcü domuzum''yazıyordu.Neyse sonra Mıkeal Harriet olayını çözmeye başlarken önemli birçok kısmı yanlız yaptı mesela Harriet'in defterinde ki isimleri tek başına araştırdı halbu ki normalde de Lısbeth ile araştırması gerekli idi.Sonra Mikeal Lisbeth'in varlığından bilgisayarı aracılığı ile haberdar oluyor diye hatırlıyorum bilmiyorum yanlıs mıyım eğer öyle ise lütfen düzeltin beni???film de ise kendisine asistan istediği zaman Henrik'in avukatı kendisine Lısbeth'i öneriyor ve Mıkeal o şekilde haberdar oluyor kendisinin araştırıldığandan halbuki bu şekilde değil kitapta da.Sonuçta Lısbeth kabul ediyor birlikte çalışmayı ve işler daha hızlı yürüyor olaylar bir biri ardına çözüme kavuşuyor.Mıkeal bütün bu olayların altında Martın Vanger'ın oldugunu anlıyor ve evine giriyor gizlice ama tam çıkarken yakalnıyor ve Martin onu bütün bu pislikleri işlediği yere mahzenine götürüyor tam Mıkeal için herşey bitmek üzere iken Lısbeth sahneye çıkıyor ve Mıkeal'ı kurtarıyor ama bu esnada Martın kaçıyor Lısbeth peşine düşüyor ama Martın kaza yapıyor olması gerektiği gibi tır önüne çıkmıyor virajı alamayıp takla atıyor ve aracının patlaması ile oracıkta sizlere ömür:))

Bu esnada Mıkeal ile Lısbeth hala Harrıet'ın ölü olduğunu düşünüyorlar aslında gerçek çok yakınlarında ve bir anda Mikeal'ın kafasına dank ediyor ve bunu bilebilecek tek kişiye gidiyorlar Londra da yaşayan  Anita Venger'e Lısbeth ve arkadaşları bilgisayarlarına giriyor Mıkeal Anita'ya Martın'ın trafik kazasında öldüğünü haber veriyor ama Anita hiç ilgilenmiyor bile aslında bu onların tasarladıkları bir oyun Anita'nın Harrıet'a haber vermesini ve yerını bellırlemey çalışıyorlar fakat başaramıyorlar.Ertesi gün çözüm yine Mikeal'ın aklına geliyor dogruca Anita'ya gidiyor meğer Harriet hiçbir yere gitmemiş burunlarının dibinde imiş! Olaylar çözülüp herşey açığa kavuşunca Henrik'in Mıkeal'e söz verdiği kendisini aklamasına yardımcı olacak Wennerström dosyası Mıkeal'e yetersız gelıyor ve Lısbeth tekrar sahneye çıkıyor Mıkeal  için herşeyi araştırıyor ve kılık değiştirip adamın bütün banka hesaplarıı boşaltıyor artık Mıkeal'ın Wennerström davasını da bu şekilde çözüyor.Mıkeal'i görmeye Mıllenıum'a gidiyor yanında özel yaptırdıgı deri ceket ile fakat Mıkeal'ı Erıca ile sarmaş dolaş bir vaziyette dergiden çıkarken görüyor deri ceketi çöpe attığı gibi motoruna atlayıp karanlıkta kayboluyor....

İşte böyle canlarım bana göre film güzel olmamış mı olmuş tabii.Mesela ilk filmde Wennerström'un hesaplarının nasıl boşaltıldığı gösterilmemişti sadece filmin sonunda Lısbeth kılık değiştirmiş bir vaziyette gözüküyordu ekranda ne olduğunu bilmiyorduk yani açık kapı bırakmıştı seyirciye yönetmen burada öyle değil şahsen ben David Fincher ikinci filmi çekecek mi bilmiyorum araştırmadım çünkü.Aynı zamanda bu filmde Martin'ın kız arkadaşı olduğu gösteriliyor halbu ki Martın'ın evınde yemek yedikleri akşam oradakı onun kız arkadaşı değil Hedestad da yaşayan Venger ailesinin bir üyesi.Aynı zamanda Harriet Londra da değil Avustrulaya da ortaya çıkıyor bu gibi unsurlarda başka başka gösterilmiş filmde daha bir çok şey var aslında ama çok anlattım sanırım bu kadar yeter:) Bence gidin sizde bir görün derim ben filmi peki bana sorarsanız eğer İsveç yapımı ilk filmi mi beğendin yoksa bunu mu diye size gözüm kapalı olarak İsveç yapımını derim ve Noomi Rapace'ın canlandırdığı Lısbeth Salander derim:) Neyse benden bu kadarlık canlarım başınızı şişirdim öpüyorummmm:))

Noomi Rapace'in canlandırdığı Lısbeth Salander.
Rooney Mara'nın canlandırdığı Lısbeth Salander





13 Ocak 2012 Cuma

BU SABAH

Bu sabah her zaman ki gibi aynı saatimde evden işe gitmek üzere çıktım kulaklığımı taktım müziğimi dinleye dinleye yola koyuldum metrobüse bindim.Dün akşam evde Kabuk Adamı bitirmiş fakat saat geç olduğu için yeni bir kitaba başlayamamıştım neyse yarın başlarım diyerek kitaplığımdan İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü'nü seçtim.

Metrobüste yeni kitaba başlamaya ya da bitirmeye ben alışkınım fakat sanırım halkımız buna hazır değilmiş onu anladım nasıl mı?Şimdi olay şu şekilde oldu:

Kitabımı çıkardım ilk sayfalarını açtım,iç kapak yazısını okudum sonra bir güzel kokusunu içime çektim her zaman yaptığım gibi fakat ben ayaktaydım hemen yanımda iki tane genç arkadaş oturuyordu ben kitabımı çıkardığım ilk andan beri uzaylıymısım gibi ilgi ile beni izlediler kitabımı okumaya başlarken ki her aşamayı takip ettiler.Neyse ben kitabımı açtım renkli kalemimi de aldım elime ki altı çizilecek yerler varsa kaçırmayayım diye tabii bu iki vatandaşın gözler hala bende :) Neyse ben bir yandan okur bir
yandan çizerken zaten kitap incenik ve resimlerle dolu olduğu için benim inememe bir durak kala bitirdim tesadüf bu ya bu iki vatandaştan gelen tepki ise şu oldu : Vay be ne çabuk bitirdi abi gördün mü? :) benim kulağımda kulaklık olmasına rağmen sesi çok açık olamdıgından duydum dedıklerını ve güldüm sonra durağıma gelmiş oldugum için metrobüstekilerin şaşkın bakışları altında indim..

Anlıyacağınız metrobüste kitap bitirmeye yada başlamaya alışkındım ama bugün başlıdığımı yine metrobüste bitirmek ve böyle eğlenerek bitirmek hiç aklıma gelmezdi bunu da yaşadım iyi oldu:) Bugüne eğlenceli başladım hala da öyle gidiyor günün bitmesine az kaldı umarım her an bir şey olmaz malum tekstilde olunca her an herşey olabiliyor..Sizin de gününüz umarım güzel sonlanır canlarım öpüyorum...

İSTİRİDYE ÇOCUĞUN HÜZÜNLÜ ÖLÜMÜ-TIM BURTON

Tim BURTON'ı çok severim hastayım diyebilirim kitabını geç de olsa okudum mutluyum huzurluyum.Kitabıma bu sabah işe gelirken metrobüste başladım oda ayrı bir macera idi onuda ayrı yazarım canlarım...

İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü hakkında çok fazla yorum da bulunmak istemiyorum(aynı KABUK ADAM da ki gibi çünkü ikisi de ayrı bir tat bıraktı ben de ve bunu bozmak içimden gelmiyor) yine alıntılar yapacagım size kitaptan buyrun o zaman..

'Kadıköy'ün yağmurlu ve puslu sokaklarında hazırlanan bu kitap sizi uçurumdan aşağı atabilecek güce sahip olabilir.Herhangi bir şekilde ve özellikle izinsiz olarak iktibas edildiğinde Kadıköy'ün o bilinen,serin ve rutubetli lanetli,yıllar boyunca bunu yapanı takip eder,saçları dökülür,rüyasında sürekli olarak Kadıköy'ün sokaklarından akın akın geçerek yıllık intiharlarını gerçekleştirmeye giden lemur sürüleri görür ve derin bir yanlızlığa gömülür...' (İç kapak)

Çöp Çocuk ve Kibrit Kızın Aşkı

Çöp Çocuk bayılıyordu
Kibrit Kız'a
hele çok ateşli duran
sevimli hatlarına
Ama ne kadar sürebilirdi
bir çöple kibritin aşkı?
Çöp Çocuk'tan geriye
sadece külleri kaldı.

İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü

Evlilik teklifi bir kumsalda oldu
Düğün deniz kıyısında
Dokuz günlük balayı
Geçti Capri Adası'nda
Akşam yemekleri harikulade
İstiridye ve balık güveç,dumanı üstünde
Damat ziyafetin tadını çıkarıyordu ki
Gelin içinden bir dilek diledi
Dileği gerçekleşti-bir bebek dünyaya getirdi.
Ama bu ufaklık insan mıydı?
Şey,
belki.
Ellerde ayaklarda on parmak
Kafası çalışıyor,gözleri de sağlam

İşitiyor,hissediyor da.
Ama normal mi?
Pek sanmam.
Bu olağandışı doğum,bu hilkat garibesi
Kötü talihlerinin başı,sonu ve özetiydi
Kadın doktora bağırdı:
''Benim çocuğum olamaz bu.
Üzerinde okyanus,yosun,tuzlu su kokusu.''

''Kendinizi şanslı sayın,daha geçen hafta
rastladım üç kulaklı ve gagalı bir kıza.
Oplunuz yarı-istiridye diye
beni suçlayamazsınız.
Deniz kenarında bir eve
taşınmaya ne dersiniz?''

Uygun bir isim bulamayınca
Ona Sam dediler sadece
Ya da bazen '' Şu garip şey,hani benzeyen midyeye''

Akıllarda aynı soru,kimse cesaret edemiyor sormaya
İstiridye Çocuk kabuğundan ne zaman çıkacak acaba?

Thompson dördüzleri bir gün onu uzaktan gözlerke
''Midyeeee'' diye bağırıp sıvıştılar hemen

Bir bahar öğle-sonrası
Dışarıda unutuldu Sam ve yağmura yakalandı
Seaview ve Main'in köşesinde
Oturup izledi yağmur sularının
kanalizasyına akışını

Annesiyse emniyet şeridinde
Durmuş arabayı yumrukluyordu
İçinde büyüyen kederi
Hüsranı
Acıyı
Kontrol edemiyordu.

Dedi ki ''Gerçekten hayatım,
dalga geçmek değil niyetim
ama bir şey balık gibi kokuyor
ve bu oğlumuz korkarım.
Bunu söylemek istemezdim,ama yapmalıyım biliyorsun
Yataktaki sorunların için oğlumuzu suçluyorsun.''

Merhemler,kremler
Her şeyi kıpkırmızı yapan.
İksirler,losyonlar
Kurşunlu karışımlar
Denemediği şey kalmadı
Ağrılar çekip kanatana kadra kaşındı

Doktor teşhisi koydu
''Emin olamam ama
belki de derdinizin dermanı,onun kaynağında.
İstiridye cinsel gücü artırır derler.
Oğlunuzu yerseniz,az gelir size saatler!''

Adam parmak uçlarında yaklaştı
Sinsice odaya daldı
Alnında ter
Dilinde yalan vardı
''Evlat burnumu sokmak istemem ama mutlu musun?
Hiç Cennet'i düşlemiyor musun?
Ölmeyi içinden geçirmiyor musun?''

Sam gözlerini kırptı
Ama ses çıkarmadı
Babası kravatını gevşetip,bıçağını kavradı

Tutup kaldırınca oğlunu
Sam ceketine damladı
Dayayınca ağzına kabuklara
Kayıverdi boğazından aşağı

Çabucak gömdüler Sam'i deniz kıyısına
-bir damla gözyaşı,bir nefes dua
Eve çoktan dönmişlerdi sabah olduğunda

Tahta parçalarından bir haç mezarın başında
Kuma yazılmuş bir temenni
''Kurtarır İsa''

Ama silindi hatırsası
Kıyıya vuran ilk dalgayla.

Evde rahat yataklarında
Öptü karısını ve dedi ona:
''Haydı bir deneyelim.''

''Ama bu kez''fısıldadı kadın,
''bir kız dileyelim.''

Daha içinde ne öyküler,neler var bir bilseniz yazmak içimden gelmiyor çünkü bende bırktığı tat başka oldu sizde bırkacağı tat belki de başkadır o yüzden alın ve okuyun derim ben:)


12 Ocak 2012 Perşembe

KABUK ADAM-ASLI ERDOĞAN

Bu kitap ile ilgili fazla yarum yapmak istemiyorum çünkü ben de bıraktığı izleri kendime saklamak istiyorum size sadece çok beğendiğim altını çizdiğim,postitlediğim yerlerden alıntılar yapacağım okuyup okumayacağınıza kendiniz karar verin bence...

'Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez,özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar.Unutamamak.Belleğin kaçınılmaz intikamı.Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer,bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.'
'Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası,çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer.Hepimizin çoktan öğrendiği gibi,bir öykü,gerçekten yaşanmış da olsa,gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır,onun birkaç resminden,simgesinden oluşmuştur.' (Sayfa:1)

'Cennetle cehennem iç içedir,ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına,aynı karabüyü ayinlerindeki gibi,dönüşebilir,çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir...' (Sayfa:2)

'Emekleme çağımdan beri,sadece zeki ve başarılı olduğum sürece sevgi -ya da ''sevgi'' diye adlandırılan bir şeyi göreceğimi öğretmişlerdi bana,ama hiç kimse sevmeyi nasıl başaracağımı öğretmemişti..'(Sayfa:3)

'Bir balona şekil veren hava gibi,benim de hayatıma şekil verecek bir şeye gereksinimim var.Şu anda bunun ne olabileceğini bile bilmiyorum,belki ancak sevgi diye tanımlanacak bir şey'(Sayfa:21)

'Bir kitabın kapağına bakarak içindekileri anlayamazsın.Bir insanı da sadece yüzüne bakarak anlayamadığın gibi.'(Sayfa:24/25)

'Ben öyle bir kadın(Erkek) istiyorum ki onunla evreni yeniden kurabileyim.Bir aile,bir ev kurmaktan da öte,bütün dünyayı,sil baştan beraber yaratmalıyız.'(Sayfa:51)

'Bazen üç gün o kadar uzundur ki.Öylesine değiştirir ki insanı.'(Sayfa:58)

Sanırım bu kadar yeterli sizin de ağzından tat bırakmadı mı?Hadi o zaman daha ne bekliyorsunuz Kabuk Adamı'ı alın ve okuyun bir an önce...

11 Ocak 2012 Çarşamba

ALTIN CARİYE SAFİYE-DEMET ALTINYELEKLİOĞLU

Demet Hanım'ın Moskof Cariye Hürrem'den itibaren bütün kitaplarını ilgi ve beğeni ile takip etmekteyim Cariye'nin Gelininden sonra bu kitabını sabırsızlıkla beklemiştim çünkü en son kitap çok heyecanlı bir yerde bitmişti aslında seri kitap değil bunlar ama birbiri ile bağlantılı kişileri anlattığı için yazar devam kitabı niteliğinde de diyebiliriz.
 
Gelelim kitap hakkında ki düşüncelerime ve konusuna kitabımız Hürrem Sultan'ın oğlu Sultan Selim'in karısı Nurbanı Sultan'ı anlatan Cariye'nin Gelinin kaldığı yerden devam ediyor. Saraya yine gemi ile esir kızlar geliyor ve bu kızlardan bir tanesi ise Nurbanu Valide Sultan'ın özbe öz kuzeni Cecilio Sophıa Baffo...Nurbanu Valide Sultan ise karşısına getirilen bu güzeller güzeli  Venedikli kızın kim olduğunu öğrendiğinde çok şaşırıyor ve başlıyor planlar entrikalar kurmaya.Planların,oyunların ardı arkası kesilmiyor ve Nurbanu Valide Sultan başını harem dairesinden dışarı çıkarmayan oğlu Sultan Murad için adını Safiye koyduğu kuzenini başlıyor saray usulunce eğitmeye gel zaman git zaman Safiye artık Padişah ile karşılaşmaya hazır hale geliyor.Padişah Safiye'yi gördüğü anda vuruluyor ve Valide Sultan'ın istediği oluyor Padişah Murad ile Safiye Sultan evleniyorlar..Kuzenini oğlu ile evlendiren Nurbanu Valide Sultan çok kısa süre bir sonra yaptığına pişman oluyor çünkü boynuz kulağı geçiyor...Gelin Sultan ve Valide Sultan arasında amansızca süren bir saltanat kavgası başlıyor entrikanın biri  gidiyor diğeri geliyor koskoca Al-i Osman-ı bu iki kadın yönetiyor adeta ve devletiki kadının hırsı yüzünden yıkılma noktasına geliyor Padişah Murad ise anası ve helali arasında kalmış bir onun dedğini yapar bir ötekinin dedğini yapar vaziyette.Nitekim koca devlette bir Valide Sultan'ın bir Gelin Sultan'nın dediği oluyor..

 Bu böyle gitmez diyen Safiye Sultan son darbeyi  vurmaya karar veriyor ve kuzenı aynı zamanda kayınvalidesi olan Nurbanu Valide Sultan'ı zehirletiyor ve yavaşbirölüme mahkum ediyor.Nurbanu Sultan ölüyor,aradan zaman geçiyor Padişah Murad böbreklerinde ki taşı düşüremediği için sancılara dayanamıyor ve oda hakkın rahmetine kavuşuyor böylece Safiye Sultan'ın oğlu Mehmet Han tahtın başına geçip Padişah oluyor.Safiye artık Sultan değil.Devletlu,ismetlu,handan,Valide Sultan Aliyyetü'ş şan Valide Safiye Sultan hazretleri oluyor tek kadın o artık Osmanlı da hükümdar da,hükümran da kendisi...Fakat oğlu Mehmet Han babası gibi sarayda zevk-i sefaya da değil ordusu ile savaşlardan şavaşa koşmayı istediğini önemsemiyor ikinci darbeyide helali Handan ile tanıştırarak vuruyor koskoca Valide Safiye Sultan'a...Ve tekrar savaş başlıyor....
  
Anlıyacağınız boynuz kulağı geçiyor canlarım entrika entrika üzerine kuruluyor ve sonradan gelen her zaman galip çıkıyor sanırım dünyanın düzeni böyle:) Ben Demet Hanım bu kitabını da çok beğendim 833 sayfa olmasına rağmen ben sıkılmadan okudum sizlerede tavsiye ederim.Eğer hala Demet Hanım kitapları ile tanışmadıysanız biran önce tanışmanızı öneririm...

9 Ocak 2012 Pazartesi

MEĞER...

Ben hayattan koptuğum sıralarda sanmıştım ki gerçekten hayat durdu,dünta dönmüyor,yaşam akmıyor artık insanlarda tıpkı benim olduğum gibi yemiyor,içmiyor,konuşmuyor sanıyordum.Meğerse öyle değilmiş..İnsan sadece kendisi için yaşıyormuş meğer,sen böyle karabasanlarla boğuşurken kimse senin yerine nefes almıyormuş meğer,herkes kendi dünyasındaymış meğer.Ben öyle sanmamıştım oysa ki,ben öyle düşünmemiştim oysa ki..Ne sanmıştım ki ben?

Ben kendimi kitaplara gömmüş artık hayatımı onlardan ibaret bir hale getirmişken etrafımda ki dostlarımı birbir yok edip kitap kahramanlarından yeni yeni dostlar edinmişken kendime,dünyaya kendimi kapatmışken,iş-ev arası gidip gelmeye başlamışken,dünya yokken gözümde meğer dünya dönüyormuş başkaları için,hayat akıyormuş meğer.İnsanlar herşeyi unutuyormuş meğer yeni başlangıçlara başlayabiliyorlarmış meğer.Sen kendi karabasanlarınla yada onların başına sardığı karabasnlarla boğuşurken onlar seni çoktan silmiş,unutmuş meğer...Peki ya ben,ben ne sanmıştım ki? Unutulmaz olduğumu mu?Kalbin de,yüreğinin derinliklerinde bir iz,bir anı bıraktığımı mı?Heh! Şaşırım aklıma hala böyle düşünebiliyor olmama şaşarım yazık çok yazık! Meğer herkes unutulabilir,herşey eskiye dönebilir,senin için dünya dururken başkaları için dönebilir,yeni başlangıçlar olabilirmiş.Meğer hiçbirşey benim sandığım gibi değilmiş...

Biliyorum iç bayıltıcı olabiliyorum bunları yazarken yada 'bu kız sürekli mi bu şekilde' dediğinizi de biliyorum ama öyle değil normal hayatıma dönmeye çalışırken aklıma getirdiğim fakat olmasını istemediğim gerçeklerle yüzleşince içimden yazmak,yazmak,yazmak geldi.Bilmem doğru mu yaptım?Umarım dünya sizler için hiç bir zaman durmaz.Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.... 

4 Ocak 2012 Çarşamba

GÖZYAŞI KAPISI-ABRAHAM VERGHESE

Biliyorum Gözyaşı Kapısı elimde haddinden uzun kaldı canlarım ama sakın beğenmediğim anlaşılmasın çünkü gerçekten ilk başlarda ön yargı ile yaklaştım  sonradan kitaba devam ederken bunun yanlış olduğunu ve aslında okunmaya değer kitaplardan olduğunu anladım.Aslında Shantaram'ı okuyan ve beğenen bütün arkadaşlarıma bunu da tavsiye ederim.Neden mi?Çünkü okurken Shantaram'ı anımsadım hep orada ki gibi sevgi,dostluk ve kardeşlik ön planda idi.Tabii Gözyaşı Kapısın'da aile bağları ve ikiz erkek kardeşlerin yaşam öyküsü anlatılıyordu ama ben yine de bişeyler buldum belki sizde okursanız sizde bulabilirsniz..

Kitabımızın konusu  rahibe Mary Joseph Praise ile başarılı bir cerrah olan Thomas Stone'ın yasak aşkı ve bunun sonucunda rahibe Mary'nin  hamile kalması ile başlıyor.Rahibe Mary hamile olduğunu kimseye söyleyemiyor hatta çocuklarının babasına bile kaçıp gitmek istiyor ama çok geç kalıyor.Rahibenin hamile olduğunu kimse farketmiyor hatta yatağında ne kadar işkence çektiğini bile kendisinden sorumlu stajer doktor anlayamıyor ve herşey için çok geç oluyor.Neticede rahibe Mary doğum esnasında hayatını kaybediyor ve ikizlerin dünyaya gelmesini sağlayan Hema ve Gosh onları evlat ediniyor,büyütyor ellerinden geldiğince bakıyorlar bu sırada çocukların babası olan Thomas Stone Rahibe Mary'nın ölümü ile ortadan kayboluyor çocuklarını arayıp sormuyor.İkizlerin kendisine gönderilen bir mucize olduğuna inan Hema  Endonezya'da ki Tanrıların adı olan Marıon ve Shıva adını veriyor onlara.. 

Günler geçiyor Marıon ve Shıva büyüyor hatta kendi evlerinde yaşayan ve ev işleri ile ilgilenen çalışanlarının kızı olan Genet'e aşık oluyor ikizlerden Marıon.İkizlerde her genç gibi ergenlik çağına erişiyorlar ve bazı şeyleri yaşamak istiyorlar ama Marıon kendisini Genet'e saklarken Shıva umursamıyor ve ne yaşamak isterse yaşıyor buna Marıon'un hayatının aşkıda dahil çünkü Genet'te beklemek istemiyor  ve Shıva ile birlikte olarak Marıon'a ihanet ediyorlar bu ortaya çıkınca kızı annesi Endonezya'da bütün kızlara yaptıkları gibi Genet'i sünnet ediyor.Genet kurtuluyor fakat anne bu olanlardan pişman olduğu için intihar ediyor o andan sonra kız evden ayrılıyor hiçbir şey eskisi gibi değil artık...

Marıon ve Shıva da anne ve babası gibi doktor olmak istiyor.Shıva annesi gibi bir jinekolog,Marıon babası gibi bir cerrah olmak istiyor ve her buldukları fırsatta Missing'e gidiyorlar Missing Endonezya'da fakirlerin,evsizlerin tedavi edildiği bir hastane aslında gerçek hayatın döndüğü bir yer Missing..Marıon tıp okuluna gidip dereceler alıp başarılı diplomalı bir doktor olurken Shıva ise jinekoloji alanında bulduğu her kitabı okuyor kendisini eğitıyor ama tıp okuluna gidip eğitimine o şekilde devam etmiyor ve Shıva Endonezya da yapılan kadın sünnetine ve bununla birlikte doğan hastalıklara karşı çalışmalar başlatıp başarılı oluyor ve bunun öncülüğünü yapıyor..Marıon ve Shıva'nın babası (Aslında gerçek babası değil) olan Gosh kan kanserine yakalanıyor ve bunu ilk farkeden ikizlerden Marıon oluyor ama kimseye söylemiyor çünkü babası istemiyor günler geçiyor ve Gosh ölüyor fakat ölürken öz babalarını bulmasını onu hiçbir zaman unutmadığını ve kardeşi gibi sevdiğini onu aramamasının nedeninin eşi  Hema'ya söz verdiğinden kaynakladığını anlatmasını istiyor Marıon'a söz verdiriyor ve ölüyor...

Gosh öldükten sonra Marıon tıp eğitimini tamamalamak üzere New York'a gidiyor ve Meryem Ana hastanesine stajer olarak kabul ediliyor ve birgün karaciğer konulu bir sempozyuma katılmak için Boston'a gidiyor ve sempozyumu verecek olan ünlü doktor kendi öz babası Thomas STONE dan başkası değil kader ne kadar Marıon istemesede Gosh'un isteğini gerçekleştiriyor ve baba ile oğlu bir araya getiriyor ve Marıon gerçek hikayeyi Rahibe Mary ve Thomas'ın hikayesini ilk ağızdan dinliyor ve bakış açısı değişmesede artık çokda kızgın değil kendi babasına.Marıon bütün  sınavlardan geçip babası gibi Meryem Ana hastanesinde travma cerrahı oluyor aylar,yıllar geçerken hayatının aşkı bir gece kapısına geliyor ve o gece yıllardır kendisini sakladığı aşkı Genet ile birlikte oluyor aslında Genet çok hasta Hepatit B taşıyıcısı ve bu hastalık Marıon'a da geçiyor.Şimdi ise Marıon hasta hemen Hema ve Shıva'ya telgraf çekilerek durum bildiriliyor.Hastaneye geldiklerinde Marıon'un karaciğeri iflas etmiş vaziyette Shıva kendi yarısının hayatını kurtarmak için karaciğerinin bir bölümünü ona nakledilmesini istiyor nitekim ikna ediyor herkesi ve nakil işlemi zorda olsa başarı ile tamamlanıyor.Fakat sonrasında işler istenildiği gibi gitmiyor Marıon'un durumu düzelirken Shıva'nın durumu kötüye gidiyor ve beyin kanaması geçirerek ölüyor...

Shıva öldükten sonra Marıon ve Hema Meryam Ana hastanesinden ayrılıp kendi ülkelerine Endonezya'ya Missing hastanesine geri dönüyorlar..Marıon Missing de Gosh dan kalan boşluğu dolduruyor Shıva'nın başlattığı jinekolji alanında ki öncülüğü ise yeni yeni öğrenciler yürütüyor.İkizlerin babası Thomas Stone ise artık bir profesör ve nadirde olsa ameliyatlarına devam ediyor fakat oğlu Marıon ile nadirde olsa görüşmeleri devam ediyor....

Farkındayım haddinden fazla anlattım kitabı ama kendime engel olamadım umarım sizde okursunuz ve benim kadar beğenirsiniz...